20 Aralık 2017 Çarşamba

topal kısrak

topal kısrak şahlandı toprağın en verimli köşesinde,
başaramazsın dediler
her yarışta birinci geldi,
şaşırdılar,
gücü
yüksek dağ eteğine kar,
soba kurduran,
ve yıkılan her ağaç yanına kâr,
kaç nala koştuğuna benim matematiğim yetmez,
iyisi mi bir filozof sevmeli,
mağrur bir seyis
mağdur kaşağı
kaşıdıkça kazır yüreği,
kaybediler rüyalar gibi,
iyisi mi dedektif sevmeli,
doğmak klişe ölmek zorunluluk bu hayatta,
iyisi mi gassal sevmeli,
anadolu bellemiş bu acı yüreğimi,
bilmem kaç padişah,
kaç savaş
kaç millet görmüşte
bir seni unutamamış,
iyisi mi yine 
seni
sevmeli,

aciz metal

gözkapaklarımdan bile daha hızlı kapı,
açılıp kapanmak adına,
ölümsüzlük yolunda simyacılarla yarışmakta,
uyku nedir bilmez
kalabalık ve yalnız menteşesinde,
noel babayı almayınca içeri,
eskici eskisine karışmış hediyeleri,
geyikleri haciz olmuş
dört tekerlekli bir araba da,
mevsimden habersiz
zira pervasızca geçip gitmiş gözlerden
beyazı soğuğa karışmadan,
zaman dedi noel baba ruhundaki ürkütücü yâre,
kolunda çarpışan aciz metal,
ve karşı da duran kum saati,
fakat çölde ki kumlar habersiz bu zamandan,
kadere küfretmekten mütevellit belki de,

19 Aralık 2017 Salı

kum torbası

koşar adım çocukluğuna giden adam
sakallarına takılıp düşmüş,
yapsa da elleriye kum tepeleri
bir dalga da yerle bir olmuş,
yalnız adam
kum torbası geceye yumruklarını savurmuş
dönüp dolaşıp kendine kanamış,
gözyaşlarına ağlamış,
tedavisine silik muayene odasında
cevap verememiş,
her mektup biraz tedavisiz
her adam biraz aşksız kalmış
kanatları olmuş adamın,
dönüp dolaşıp kendine konmuş,
yakışıklı mahkum,
vurun demiş vurun ben ölmem,
serseri bir yargıç
asılmasına karar vermiş
kravatlarının yanına,
ve acımasız
ve yalın
ve soğuk
ve ölü,

gölün manzarasını seven toplum

kavun rengine döndü mevsim,
üstüme yağan hüzün
lezzetli geliyor bana,
en çok da akşamları üşüyorum,
perdeyi araladığımda
odama sızan ışıkta buluyorum huzuru,
ateşe veriyorum od'unu,
odama sızan ışıkla gelen huzur,
tırnaklarımı koparıp kayboluyor,
dağın manzarasını dağdan,
gölün manzarasını gölden daha çok seven toplum,
beni neden bir köşeye atsın,

yanıldım

seni sevdiğim gün şair olmaya karar verdim,
seni sana şiirle anlatabileceğimi sandım,
yanıldım,
sen yüreğimde,
şiirlerden de güzeldin,
yine yanıldım,

şeyh

buraya kadar eşeklerle geldim,
gurbet kuşları doldurdu yaylaları,
kendime bir yer bulamadım aralarında,
yaşayabilmek adına
yalnızlık dergahı kurdum
şiirleri şeyh
kalemleri mürid yaptım,
kuşlar gözcü oldu sebepsiz cinayetlere,
artık taşıyamıyor eşekler
ceset torbalarını,
buradan sonra yoluma
katırlarla devam edeceğim,

5 Ağustos 2017 Cumartesi

katmerli acı

katmer katmer katmerlenen bir acı bu
ocakbaşında tüten bir dumandan arda kalan,
henüz yağmuru dinmiş şehrin sokaklarından
süzülüp gelen itfaiyeye muhtaç bir acı,
benim acım,
ağaçsız bir kiraz, aciz bir kul kadar kırmızıya boyamamıştır gözlerimizi,
ressamdan hallice kalbimde ki bu çizikler,
üstünden arabalar gelip geçsede,
hala güneş enerjisiyle çalışıyor anılarım,
hiç ses etmiyor delip geçen rüzgara,
açıp kollarını bekliyor dinmesini,
konuşup bekliyor dinlemesini,
ve
ben
dünden kalan bir çorba bulup,
ısıtıp,
acımı da katıp,
içiyorum,

korkak

gemi olmaktan değilde,
batıp çıkamamaktan,
toprak olmaktan değilde
korkak olmaktan korkuyorum,
ya da uçurtma uçururken ipine dolanıp
peşinde savrulmaktan,
çünkü hava da uçan şeylerin güçlü olduğuna inanırdım küçükken,
hala büyümedim kederden,
senin bir uçurtma olabilmenden korkuyorum,
tellere takılıp yitmenden,

vaha

cahiliye döneminden kalma bir aşk bu,
hani çöl çöl gezen muhacir gibi,
belki de ensar,
bilmiyorum,
böyle hani "yok deve"
dedirten cinsten,
ve evet,
yok deve, yürüyorum,
ayaklarımın derisini kum tanelerinde bıraka bıraka,
yenilerini koyuyorum yerine, kalbimden koparıp,
vaha da değil gözüm sonsuzlukta,
ölümü sevmiyorum ayakkabılarımı sevdiğim kadar,
gölgemi de alıp,
gidiyorum,

orhun kitabeleri

ekmeğimi taştan değil,
topraktan, çıkarıyorum
arpa da buğday da sensin,
yalan yok,
ben bir tek seninle oturuyorum sofraya,
orhun kitabelerinden de karmaşık yüzün,
orhun kitabelerinden beri bu hüzün,

kayık

bazı renklerin güzelliğine kelimeler yetmez olmakta,
sular mı çekildi
yoksa kayık mı kaçtı sudan,
renklere sor,
gökkuşağını bekleme, dağlara sor,
ve
gülü kurut,
hasatımı toplayıp
sattım
beni de unut,
atımı da bırakıp gittim,

ağrı

sıralanması muhtemel koridorlara ağrıların,
iyileşip iyileşmemesi umrumda değil,
bekletmeyi ve bekletilmeyi öğrettim onlara,
haberim olmadan, yer altından usul usul geçen su borularıyla taşınmış hayat,
üç gün içmezsem, ölürmüşüm,
sonra Kerbala olur hayat,
dönüp kendine dersin,
sen kim kendini o insanlarla bir tutmak kim!

çer çöp

uzaklaşıyorum bu düzenden,
patlıcan rengi adımlarla
düşe kalka
yalnız,
görmüyorum artık
göze batan çeri çöpü
bütün ikilemelerin canı cehenneme ,
beni yalnız bırakan bir sokak kedisinin canı kadar kaldınız,
o kadarınız bile engel,
yaşamama,

huzursuzum

kuş cıvıltısıyla beraber,
sevdiklerimin kıyısından dönerken yakalandım yağmura,
elimdeki mum hala sönmedi,
şaşkınım,
evimin en güzel yerinde kaktüsler,
kitaplarımla beraber,
bir tek bu dikenli ruhuma acırım,
ve silahın icadından bu yana,
huzursuzum,
huzursuzum,

baca

ne kömürle çalışıyor,
ne de şehirleri hızlı hızlı geçiyorum,
insan falan da taşımıyorum,
hasret hamalıyım ben,
dolunay renginde
şiir taşıyorum pencerelerinize,
kapıdan kovsanız,
bacadan girecek kelimeler getiriyorum sizlere,
ve bırakıp gidiyorum,
izninizle,

Adem

sanayi devriminden bu yana kederli toprak,
ve topraktan yaratılan Adem,

dut pekmezi

dut pekmezi ile şiir yazılabilir miydi,
belki de,
şiir yazmak için ağaca çıkmak gerekir,
hatta bir de çıktığın ağacı sallamak,
sonra yere serilen örtüden dutları temizlemek gerekir,
şiir yazmak için onları temizlemek gerekir,
sonrada bir kazana koyup kaynatmak,
bu kadar zahmet,
şiire değer mi,
değer,
dut pekmezi ile şiir yazılabilir mi?

çakılı

o kadar eskide değilmişim,
ne kadar sevmesem de kelimelerim hangi çağdan olduğumu belli ediyormuş,
insanın gözleri yolu gördüğü zaman ayaklarına engel olamıyormuş,
eski yeni ne kadar anı varsa doldurup koşuyormuş,
başka zamanlara,
ama hep burada kalıyormuş,
çakılı,

mandal

tutsak bir düş,
düşe kalka tutunmuş bir akla,
ele avuca sığmayan bir kalabalığın tam ortasında,
mandalların bile gideremediği ıslaklığıyla sorgulamış yalnızlığını,
mandallar buradaysa yalnızlığım nerede,
yalnızlığım buradaysa
ee yanlışlık nerede,
ironisini koymuş cebine,
tutunmaya devam etmiş,
hayata,

sevinç

bir kulağımdan girip,
öbür kulağımdan çıkan sevinçlerim var benim,
insanların sahip olup
uğruna dünyalar feda ettiği şeyler
benim için bu demekti,
gelip geçici olması,
aciz vücuduma kazınan
hiçbir huzur
caiz değildi,
bunu belli günlerde tahsilini asla bilmediğim bir hoca tarafından verilen,
dini sohbet sırasında öğrendim,
insanın bilmediklerini duyması, öğrenmekmiydi,
bunu da bir türlü öğrenemedim,
daha görünür olmak için renkli kıyafetler giyip renksiz fonların önünde dolaştım,
yine de gösteremedim yüreğimi,
yüksek duvarlı evlere sığındım
bu seferde korkunç tabelalı kapıların azizliğine uğradım,
en iyisi dedim boydan boya bir telgraf ağı kurayım,
esnekliğini de iyi ayarlayayım,
belki göç etmek zorunda olup, 
göç etmek istemeyen kuşlar kendini asar,

magma

alttan ısıtmalı bir yürek,
magmaya yakın,
çorak bir toprağın üstünde

iki çocuk babası

ıslak bir kağıda kalem değdirmek gibi tehlikeli işler peşindeyim,
yazamayacağım gibi kağıtta yırtılacak,
bu cesaretimin okuyacağı yok,
götürüp bir ustanın yanına çırak olarak vereyim,
belki sanayiye, belki de berbere,
okuyup entellektüel mekanlarda dertleneceğine,
bir çay ocağında ay sonunu getiremediğine hayıflanıp canı istese de bir tane daha çay içemediğine sigara yaksın,
en azından gerçek duygular sahibi, iki çocuk babası aslan gibi delikanlı olur,

kontenjan

şairliğim kontenjanlarla sınırlı,
sizlere yer yok kelimelerimde,
tükendim,
tükettim alfabemi,
halka açık semt pazarlarında,
geriye sadece kokuşmuş,
çürümüş ve ezilmiş domatesler kaldı,
onlarda sizin işinize yaramaz,
siz de benim,
geçmişler ola,

büfe

dışarısı dışlanmış bir ressama açık büfe,
içim bir bardak suyu bile doldurmayan hayallere gebe,
kim bilir,
kaç yelkovan daha geçecek bu akrebi,
karşı kaldırımda ki sevginin ve sevgisizliğin arafı hatrı sayılır bir fiyata,
hayırsız bir müteahhite satıldı
ve yıkım,
başladı,

van gogh

seni duymazsa kulaklarım, keser atarım
Van Gogh misali,
sen bilmezsin, ben seni renklerle karıştırır,
öyle severim,

dumanlı araba

kelimelerle boğuşuyorum
şu sıra,
mevsimden mi acaba,
demek ki birazdan peşinde çocukların koşuştuğu dumanlı araba geçecek buradan,
içimden bir ses müzikli salıncak kurulacak diyor mahallemize,
dönen salıncaktan şiir olmaz diyor birisi kulağıma,
olduğu kadar diyorum,
olmuyor,
her kelimem
duvarda kan izi bırakıyor,
hepsi lanetli,
kaşındırıyor kelimelerim,
artık kışa kadar konuşmayı düşünmüyorum,
o zaman da kim öle,
kim kala,

beton göz

gözlerin betonlar içerisinde kalmış yeşillikten,
daha güzel
üstelik arabalarda geçmiyor,
tek bir yolu var
seni bana getiriyor,

meclis

ayağıma gelen hasretlere iki çift lafım oldu benimde,
mecliste benim de hakkım var,
seçmeye ve seçilmeye gönül işlerinde,
gerisi de benimle alakalı değil zaten,
hem ben bahçıvan falan değilim ki
bahçemde sanat icra edeyim,
ben olsam olsam şair müsveddesi olurum
o da yarı zamanlı,
tabiat anamın sancıları,
güneşi ayağıma doğurdu
çiçeklerle,
yer ile içli dışlı
gök ile bir bütünüm
ikili ve uluslararası ilişkilerimde,
dediğim gibi,
ben bahçıvan değilim,
ben olsam olsam bir maraba olurum,
sırtımda kelime, elimde kalem ile,

et kemik

unutulan kelimelerin bir ahı var
boğulup yiten kasaplar gibi,
ete kemiğe bürünen bütün yalanlar
dört dönüyor
mahalle kumar masasından hallice,
bu mide bulandırıcı karışımlar çareymiş hastalığıma,
onlara senden bahsettim,
anlamadılar,

alışkın

ismimi verdiğin bir kuşu ellerinle boğdun,
sonra gökyüzüne saldın,
bir daha uçamayacağını düşünmeden,
iyisi mi
bulutların arasında seyretmek adına bir sirke ver sen beni,
alışkınım

peluş adam

iğnelerini damarlara değilde
yüreğime batırır,
bilir limonun iyisini,
peluş bir adamdır sevdiği,
her gece sarılır,
saksısında bir şehir yetiştirir
saçlarını ancak bakmasını bilenler bilir,
uzun uzak bir ilçe,
sadece gidenler bilirler güzelliğini,
sularla kaplı belli bir yanı,
gözyaşlarıyla beslediği barajı,
ruhuna iki buçuk saat,
boğulmak mümkün,
elzem bir iklim
şehrimde,
şimdilik buralarda,
ne zaman gider,
bilemem,

sandal

eğilmiş kuzular su içiyor,
sevgimle su serptiğim
yüreğinden,
kimisi bulut olmuş kuzuların,
kuzular uçuyor yüreğinin üstünde,
ben bir sandal sevdim
tüm kuzuların karşısında,
içi su alan,
ben bir sandal sevdim
tüm kara parçalarında,
içinden insan taşan,
ben bir sandal sevdim
balkonda ki sandalyeden
kaderi Titanik olan,

kanyon

yüreğime pelesenk
oluşunun
bilmem kaçıncı unutuluşu,
şairden bozma evlerden çıkma
hayallerin vurdumduymaz acizliği,
bir solunum sırasında şahit olduğum hayatın
ütüsüz paltoları,
ah dostlar,
sevgi karın doyurmuyor,
ne zamandır açım bu kanyonda,
bilmiyorum

baraj

kurumuş kalbimi
ıslatıp baraj suyuyla,
kuşlara atıyorum,
köy köy geziyorum
hamal emeklisi bir katırla
nasırlı sırtı,
kıymet bilmez sahipten bir yara,
balıklar zıplıyor dağlardan ovalardan,
daha vakit var
henüz av mevsimi değil,

eski çağ

karlı, yaralı, yarasız dağlardan geldim,
çirkinliğim güzelliğinizden tiksiniyor
faydalı faydasız bütün barajlarım
gürül gürül,
sizin enerjinize ihtiyacım yok,
yalnızlığımın duvarları
yazıtlarla dolu,
eski çağlardan kalma bir yapıyım adeta,
iç buhranımdan dem vururken,
olay nasıl oluyorsa yine sana geliyor,
seni,
en çok bir şehirden başka bir şehire sürünürken
düşünüyorum,
sen yıkık dökük evimin önünde ki lüks araba,
bana değil de, yan komşuma gelmiş gibisin,
belki bir piknikte yeniden tanışırız,

seyir

kendimi dinlemek adına
açtığım her müzikle
şehri izledim,
tükenişim bir kurşun kalemden daha hızlı oldu,
bıçaklarım körelip
elimi kesmeyince
vazgeçtim intihardan,
sonra koşarak;
gurbette yaşayan akrabayı
ziyarete gelindiğinde
götürülen şehrin en güzel
seyir yerine çıktım,
ve dedim ki;
yiyin birbirinizi,

suç

birçok kaçışım olmuşcasına
sevdim seni,
evimin yolunu,
ceketim
dikenli tellere takılıp yırtılınca,
kaybettim,
o bilmediğim,
ilk defa seninle yaşayıp gördüğüm mahallede sevdim seni,
bir kere de beceremedim,
tekrar tekrar sevdim,
o da yetmedi,
şiir falan yazma cürretinde bulundum bir süre,
ah ne büyük kendini bilmezlik!
şimdi suçlu ilan edilmişim
duyuru yerlerinde,
aranmıyormuşum fakat,
bir ödül falan da koymamışlar üzerime,
bana en büyük ceza buymuş,
görmezden gelmek,
öyle demişler,
sana benzediğim arka mahallede,
kovulmuşum
yüreğinden,
şimdi benim suçum,
seni sevmek mi?
sana şiir yazmak mı?
yoksa ceketimi yırtmam mı?

çekiç

hasretim
el işçisi,
gönül bekçisi,
hasretim kapı,
duvar
yenilgim,
aciz bir çekiç,
yenilgimle hasretim
marangoz olmuş,
ağaçları yönetiyorlar,
ahşaptan bozma
bir bahar edinmişler kendilerine,
onu süslüyorlar,
çiçek açıp,
öyle yönetiyorlar,
yeşersin diye tüm yalanlar,
her an yağmur bekliyorlar,
hasretim ve yenilgim,
bu işten,
anlamıyorlar,

12 Nisan 2017 Çarşamba

alâ

hep uçmak ister,
hep sürünürsün,
kader de varsa yaşamak
ne alâ
yoksa da
ne alâ
tüm bunlar olurken,
gölgem beni alt edip ayağa kalktı,
duvardan duvara geçebiliyorum artık,
ve içinizden,
sessizce
üzerinde mayınlı bölge yazmıyordu,
koşarak geldim sana,
nereden bilebilirdim parçalanacağımı,

coğrafik

şimdi seni coğrafik bilgilerle tavlamak vardı,
ellerinin içine bakıp
dağlarının avuçlarına dik mi yoksa paralel mi olduğunu anlatırdım,
belki de en uzun gecenin başladığı ve bittiği yerde sarılırdım sana,
bu da hoşuna gitmezse
iklimini sorgular,
iklimine şirk koşardım, yalınayak,
toprağının hangi bölgeye ait olduğunu bile söylerdim sana,
her neyse,
sen yine de çıkma karşıma,
zira gözlerim yağmurlu,
ıslatırlar seni,
üşürsün,

naif

bir şiir pencere açamaz,
yüreğe su serper,
huzur verir,
hatta ağlatır!
ama şiir
pencere açmaz,
açamaz,
çünkü hamallık insan işidir,
şiir naiftir,
şiir asildir,

öğrenci topluluğu

ağaçları sıralamış
saç ve tırnak kontrolü yapan bir müdürden,
çimenlerin üstünde ki piknik tüplerinden
ve
beyazlarla renklileri karıştan bir öğrenci topluluğundan
kurtuldum da geldim dünyaya,
yasal olmayan bir organdan üstelik,
en hastalıklı hücrelerimle
girdim aranıza,
geçmiş ola,

karmakarışık

soğuk bir kıştan çıktım,
yalın,
yapraksız,
dilsiz
ve soğuk,
hatta bir çok duyguyla,
karmakarışığım,
toprakta,
elimde bir tas su
bir de çapa ile
ekmişim kendimi
toprağa,
belki yeşerir,
kök salarım aranıza
belki de beni seversiniz
çiçekler açarsam,
kim bilir,

kamp

bu bir intihar olsaydı,
çok delikanlı ölüm olurdu,
türküler söylenir
kartondan bozma,
huzur yeşerir
kederden doğma,
bu bir intihar olsaydı
çağ kapatan bir ölüm olurdu,
yeni nesil kitap okur,
kuşlara adres sorulmazdı,
bu bir intihar olsaydı
politik bir ölüm olurdu,
baş üstünde taş kalmaz,
hepsi üstüme düşerdi,
bizim dışımız da herkes
kavuşurdu,
bu bir intihar olsaydı
çok sağlıklı bir ölüm olurdu,
gidip kamp kurardın
yüreğini yakar
ısınırdın,
ama kötü haber,
bu bir intihar değil!

1 Nisan 2017 Cumartesi

divan

seni uyutmak adına bir mum sönüyor,
akşam kasvetinde bir masanın
kenarına
damlıyor,
bazen can yakıcı bile oluyor,
seni beslemeye bir anne geliyor,
sabah huzurunda bir divanın
kenarına,
bazen neşe doluyor içi,
seni yeşertmeye bir bahar geliyor,
kışın ayazından kaçıp gelen bir
kuşun kanadına
düşüyor,
bazen aklı yetmiyor,
seni sevmeye bir herif geliyor,
bütün çukurlardan kurtulup
sana koşuyor,
bazen kat kat apartmanlardan da çok katlanılmaz olabiliyor,

böbrek

kederimi merdivenlerden
aşağı yuvarlamış
ardına bile bakmamışım,
gönlünden yuvarlanırken
reçel kırmızısı gözlerinden
doğmuştum oysa,
gönül bağım acıyla kesildi,
nefes alıp verişim bile can sıkıcı olmaya başladı,
beş saniye nefesimi tutuyor,
öyle veriyorum,
ciğerimi yakan havayı,
böbreklerim bile yorulmuş,
hadi,
hava kararmadan gidelim,

yobaz erozyon

anılarımı bir taşın üstünde pişirip
öyle sunuyorum hayata,
yaptığım her devrim bir öncekinden daha vahim,
huzurum şu sıra yaralı bir kedi,
tek canlı,
çanta mı rüzgara karşı,
yobaz bir erozyona bırakıyorum,
belki yüreğine düşer,
içindekiler,
bilemiyorum,

mahzen

oyulmuş mektuplarla
yaşadım,
bir süre
sonra yırtılan zarfların yerini acılar aldı,
toprağa mahzen yapıp
içine memleket koydum
ve dedim ki,
iyisiyle kötüsüyle,
burası benim!

iz

zamanı geçmiş bir seyyah
yol bilmez
iz bilmez,
ve
her an yanmaya hazır
şiirler yazar,
eliyle,

yarı özel sevinç

ne bir şiirin,
ne de bir hasretin tasviri
bu gazete,
özel ve yarı özel sevinçlerim oldu
bulup buluşturup,
bölüp bölüştürüp,
hepsini günlük,
haftalık,
aylık olarak çıkarttım,
ceplerimden,
herkesin kapısının önünde bıraktım,
bisikletle de değil üstelik,
yalınayak,

cürmün kadar!

kış mevsiminden çıkmış
bütün hüzünlerimi ocakta unutmuşum,
şairliğim yanmış
kül olmuş,
tüm şiirlerim perişan
ve sigortasız,
hangi devlet yardım eder
bilmiyorum,
yangında ilk kurtarılacak
yazmadım üstüne,
zira ben yanıyorsam
sende yanacaksın,
cürmün kadar!

yetmişdokuz

huzuruna sığınmış
bir kurbağa gibiyim,
gündüzden kaçmış bir kurt adam,
her şeyi,
herkesi açıp sana
gelmeyi,
hep büyümeyi isteyen çocuk gibi,
istiyorum,
yetmiş dokuzda
buluşuruz belki,
kim bilir,

yalnız ve yağmurlu

yalnız ve yağmurlu bir bahar,
kurtulduğum bütün yangınlar
önümde bitiyor,
sevgimi özler,
sevgimi göremez oldum bu günlerde,
sevgim insanların karnını doyuruyor,
lakin dünyanın tüm annelerinden
daha
vefasız,

nimet

aynalara ihtiyaç duymuyorum,
yüreğimi gösteremiyorlar,
ruhumu bulamıyorlar,
yüzümü de ben göstermiyorum,
kütüphanenin en tozlu rafından
düşmüşüm
sevdiğim,
kendimi nimetten sayacağım
üç kere öpüp alnıma koyarsan,

fare kapanı

saçların fare kapanından hallice,
çare bulunmaz bir tutsak mesafe,
görmem gereken ellerin var
bilmem anlatabildim mi?
ben anlatamıyorsam da sen anla
gökyüzünün maviliğini
ben hissedemiyorsam hisset gözlerimi
ve ben
sevemiyorsam
sen sev,
yüreğimi

3 Mart 2017 Cuma

pamuk

bulanık bir suyun içinde aklım,
yanılgılarımdan bir ağ oluşturmuş, takılmışım,
pişmekte olan zamanıma
hançerler saplayarak temizlemek adına,
içini dışına çıkarmışım
güzelliğin karşısında oturmayalı bir hayli zaman oldu,
atılan pamuklar dahi kafamı yararken,
senden gelen taş,
yüreğimi hafifletiyordu,
bir kilo pamuk mu daha ağır
bir kilo demir mi deseler,
ben seni sevdiğimi söylerim,