Mevsimler değişince başlıyor memleket hasreti. Geçen her
gün, yağan her yağmur ve dahi kar, bana babaannemin sıcacık yatağını
hatırlatıyor. Biz küçükken sobanın üstünde ekmek kızartır sonra o ekmeklerin üzerine
hayaller, sevgiler, anılar, tereyağı ve biraz da reçel sürerdik. Öyle
lezzetliydi ki yaşamak eskiden…Ah şimdi
o karanfil kokulu yer sofralarında olmak vardı. Vişne bahçelerine
gömdüğüm fidanlar bile yeşermiyor şu günlerde, oysa yüreğimden koparıp ekmiştim
ben onları. Mevsimler değiştikçe özlüyorum dedemi, o vosvos hayalini kurduğu
eski divandan anlatırdı bize genç almanya anılarını, belki de Raif Efendi,
benim dedemdi kim bilir...
Bazen her şey cümlelere sığmıyor, yazılamıyor,
yazılsalarda pek bir şeye benzemiyor; imla kuralları, yazım hataları ve
dahası...
bazen bazı şeyler dile getirilemiyor, getirilemediği gibi
de beyninin içinde birbirini yiyor, birbirine giriyor, beyni kemiriyor.
İnsanoğlu nankör, insanoğlu doğallıktan uzak, sunî,
insanoğlu açgözlü... Bunun en büyük kanıtı olduğum için kendime daha da çok
kızıyorum gri duvarlar arasında ve düzeltmek için katiyen bir şey yapmıyorum.
Zavallı ben, zavallı kendim, lan varya.... her neyse.... dedim ya söylenmiyor
bazen.
Bahçede ki köpekle sabahı beraber ettik, o sesiyle geceyi
bense düşüncelerimle ruhumu inlettim. Köpeğin yuvası yoktu. Demir kapınım az
ilerisindeki çelikten salıncağın ayağına zincirle bağlıydı. Mahalleden gelip
geçeni ürkütüyormuş, insanlar daha az zararsızmış gibi. Üstelik o kadar zincirimiz
bile yok. Benim odamda sokaktan farksız tabi, her yer her yerde, kağıtlar,
çoraplar, ceketler dağılmış, memleket gibi. Elbiselerimin düz tarafını sadece
giydiğimde görebiliyorum, hiç düzgün çıkarmayı beceremezdim zaten. Yastığımın
altında bir çorap, ah evet dolabın açık yerinden içeriye atabilecek miydim?
Evet attım, basket, bizim evin Maykıl Cordını bendim. Nasıl yazıldığını bile
bilmediğim bir efsaneydim. Ruhumu boğmuş olabilirim, renklilerle makineye atmış
olabilirim, ben ölmüş bile olabilirim. Köpekle beraber uykuya yöneldik,
ikimizde sadece duvarlara konuştuk, gerçi bir yalıtım boya konusu geçiyordu
apartmanda, üşüyorduk ama paramız yoktu, battaniyemizde yoktu, annem giderken
götürmüştü. Bizim gibi bir kaç aile daha varmış parası olmayan, iki battaniye
fazladan almak daha ucuzdu zaten, pek ilgili olmadık konuyla. Duvarlar
konuşmazdı, ikimizi de hiç kimse duymadı, birbirimizi zaten anlamadık. Köpek
kendi yalnızlığına sığındı, ben kendi yalnızlığıma sığındım.Bir asır önce
düşman kuvvetlerinin sarıp, kahraman ordumuzun boğaza mayın döşediği gecede
ben, kepaze bir zaman geçirdim. Üstelik onlarla ne yaş farkım vardı ne de boyum
daha kısaydı. Onlar kahraman ben ise zavallıydım, utanıyorum kendimden,
uyuyorum derinden kederden.
Hastane koltuğunda bile sıra, sırası gelen oturuyor,
sırası gelen içeri giriyor, bekleyende ağrı, çıkanda bir tebessüm. İyi olmaktan
ziyade, içeride olmuş olmayı bir zafer sayıyorlar. İş mülakatlarından da az
sürüyor muayeneler o dar koridorlu, ölüm kokan hastane odalarında. Sabah ciğerlerimi
evde, intihar için asmışım sanki annemin kurumuş patlıcanlarının yanına. Mide
ağrım o kadar şiddetliydi ki kendimi önemser oldum. Saat altıyı geçiyordu. Bir
kaç kez olmuştu ama böylesi ilk ve dayanılmazdı. Otobüse bindim, devlet
hastanesinde buldum kendimi. Sabah erken saat olmasına rağmen gün burada çoktan
başlamıştı, üşüyordum yine, bu sıra daha çok. Ne kadar acı, uykusuz gözler,
hasta yüzler... Hastane canlı mezar yeri. Ölüm bile sırayla.
"Doktor bey nefes alamıyorum...
Durun bir dakika ölemezsiniz, sıra numaranız daha
gelmemiş!"
Beklediğim sıra saatler sonra geldi, çevredeki ağrılardan
kendi ağrım hafifledi ama yine de canımı yakıyordu. Doktorun yanında uzun
kalmadım,iyisin bir şey yok yediğin dokundu herhalde dedi. Bir şey yememiştim.
Çok şükür dedim. Çıktım. Yürüdüm ağır ağır. Sebepsiz bir yaş geldi gözümden,
gözyaşım gözümü, düşüncelerimse canımı yaktı.
Bir şeylere benziyor bu günler, kötü şeylere, dalmışsam
derin düşüncelere bir şey var demektir. Mide ağrım hala devam ediyor, saçım
başım dağılmış, çöpümü yere atmışım, toplumdan geçtim kendime saygım kalmamış.
Bir ah çoekiyorum geçmişle gelecek arasına. Araftayım, bitkinim? yorgunum. Bir
bilinmezlik. Sonsuzlukla hayat arasında. Ne istediğimden emin değilim, ne
istediğimi bilip bilmediğimden emin değilim.
Bir şeyleri hatırlatıyor bu günler, kötü şeyleri.
Hafızamı yoklamışsam, çomak sokuyorsam eğer, bir şey var demektir.
Oysa ben ilk ne cümleyi kurduğumu, ilk yürümeye
başladığımda kime koştuğumu hatırlamak isterdim. Üç yaşlarında başlasaydım
yazmaya, sanırım yazdıklarım bu kadar kötü olmazdı. Sanki çok matah bir şeymiş
gibi yaşamak birde üzerinde kafa yoruyorum. Gidip kaybolsam nereye kadar?
Yüreğimi soğutsam ne zamana kadar? Bir başına yürümekle iki kişi yürümek
arasında ne fark var? Sevgi ne için var? Anlamlandıramıyorum, sevmek değil bu
belki de öğrenme çabası. Sevmenin yaşı yoktur, yanlış! Öğrenmenin yaşı yoktur.
Kafayı yemek üzereyim aç karnına, kafayı yiyip kendimi
öldürmek üzereyim. Zaten ölen binlerce insan yok mu topla, tüfekle? Ben böyle
ölmüşüm çok mu? Zaten ölen binlerce çocuk varken benim umutlarım, hayallerim
ölmüş çok mu? İkimizde müsvedde, ikimizde yalınız. Sevgi de her şey demek
değil! Evet böğürtlenler lezzetli ama dikenleri can yakıcı, senin gibi. Kafamın
içinden geçerken bunlar yol katetmişim, farkında değilim. Bakmayın şehrin böyle
büyük göründüğüne iki adımdan sonra uzay boşluğuna düşmüyorsun, heryeri birbirine
benziyor.
Az ötede düzgün bir masa, masanın üstünde düzgün bir çay,
düzgün bir el ve bunların yanında eğreti duran bir kadın. Gözü yaşlı. Bu kadın
beni aylar önce masada henüz içilmiş sigara izmaritleriyle bırakan kadın değil
miydi? Evet o Sevin. Ne işi var orada, aklımda gelip giderken yorulup kendi mi
oturmak istedi acaba. Cebimdeki peçeteyi çıkarıp ona doğru yöneldim, beni
görünce şaşırdı, elleriyle gözlerini sildi. Peçeteyi ona uzattım, cebimde birde
mandalina vardı, severdi. Onu da uzattım. Yüzüme bile bakmıyordu. Niye
bakmıyordu. Oysa ilk gördüğümde ben böyle hayal etmemiştim, hiçbir hayalim
yolunda gitmemişti. Bu da onlardan biriydi. Sesimi çıkaramıyordum, Sevin'e
baktım, içimde bir mahkeme kurdum oracıkta, hemen yargılamalıydım. İnsan aylar
önce, gördüğünde kollarını yırtarcasına, gere gere bekleyip sıkı sıkı sardığı
insanın yüzüne niye bakmaz? Bana yaşımdan bahsetme, bana ilerde mutlu
olacağımdan bahsetme. Söyledikleri türkülerle yüreğime dokunan insanların hepsi
yirmisinde otuzunda,
sevdiğim, kitaplarında her satırda kendimi bulduğum
yazarlar otuzunda kırkında göçmüş bu dünyadan. Ben seninleyken de mutsuzdum ama
seninleydim, anladın mı? Hayır anlamıyorsun, anlamayacaksın. Mahkeme dağıldı,
sonuca varılmadı, iyi veya kötü bir şey hissetmiyordum. Sonra gittim defalarca
arayıp, defalarca görmek için çırpındığım insanın yanından, acele bir işim
varmış, doğuma yetişen sancılı bir anne temasında, uzaklaştım.
Nedense aklıma kendim geldi, babamın işinin iyi olduğu
zamanlar, kedilerden ürkek dokunamazdım, babam elinde küçük bir kedi ile
gelmişti bir gün evimize. Kanım ısındı, en iyi arkadaşım olmuştu. Yumuşak
tüylü, bembeyazdı. Onunla başka bir hayata başlayabilir, tutunacak bir dal
yapabilirdim. Annemde çok sevdi, onu benden daha çok sevdi hatta. Babamın
işleri bozulduğunda evdeki kavgalardan sonra hep ona sığınırdı. Öyle ki terk
ettiğinde bizi annem. Hakim mahkemede kedi annede mi yoksa babada mı kalacak
diye sormuştu. Kedi anneye, ben ise sokağa atılmıştım. Zaten sancılı bir doğum
evresi geçirmişim. O geniş adliye koridorlarında kendimi büyüteçle dahi
bulamamıştım. Zaten faydalı bir şey olsam annem atar mıydı beni vücudundan?
Veya babam beni taşıyamadığı için yükler miydi anneme?
Hüzünlerimi bölüp bölüp yollara serpiştirdim evimi ancak
böyle bulabilirdim, beynim uyuştu, bütün gün yürüdüm hüzünlerime basa basa,
kendimi bahçede ki köpeğin yanında buldum. Olanları anlattım ve sordum:
Sen hiç sevdiğini, gözyaşları içinde masada bir başına
bıraktın mı?