Kırmızı ışık yanıp
sönüyor gecenin kör saatinde. Şehrin uykuya daldığı anlarda sokakta buldum,
kendimi. Bir araba gelip geçti, şehir bir irkildi ama o kadar yorgun görünüyor
ki kaldığı yerden devam etti uykusuna, rüyasında tek veya çift katlı evlerin
kendisine doğru koşarak geldiğini görüyor olsa gerek diye düşünmeden edemedim,
gülümsedim. Aslında farkında değildim tebessümümün. Soğuk üşütmüyordu çünkü.
Ruhsal soğukluklardan çok yanmıştı canım, oksijen karışımlı bu soğuk ne de olsa
hayat veriyordu bana, haksızlık edemezdim. Tanrının mükafati olarak görüyorum ve bir nefes daha çekiyorum içim
yana yana. Hayata karşı ilk zaferim olsun diye konulmuş ismim, Galip. Fakat bu
zafer benim ilk ve tek zaferimmiş ve öylece kaldı, kimliğimde. Evden mi
çıkmıştım yoksa eve mi gidiyordum bu saatte. Eve mi gideceğim bunu da
düşünmüyorum. Yürüyorum. Hava aydınlanacak mıydı acaba yoksa kararmaya devam mı
edecek diye düşünürken evin kapısında buluyorum kendimi, ayakkabılarımı
çıkardım. Güneş ışığı benden önce gelmiş. Annemin geçen sene ayaklarım üşümesin
diye ördüğü yün çoraplarımla yürüyorum masaya doğru, yaptığım şeyin sonucunu
aldığım tek eylem yürümek. Bunu bulunduğum çevrelerden anlıyorum. Bir yerden
başka bir yere gidebildiğimi görüyorum. Yazmam gerek! Bunu akan gözyaşlarımdan
anlıyorum, yapma be Galip! Diyorum yenik benliğime ‘’erkek adam ağlar mı?’’ ve
cevaplıyorum kendime ‘’ağlar’’. Masayı es geçip yatağa atıyorum kendimi.
Gözlerimi açtığımda, kapattığım andan çok uzaklaşmış olmadığımı duvarda ki,
yelkovanı duvarı delen matkap gibi çalışan saatten anlıyorum. Yıl vardı ki
şöyle mis kokulu yumurta konulu, peynir salam yönetmenliğinde, reytingi yüksek
bir kahvaltı etmemiştim. Bunu farkındalığından sıyrılıp masamın başına geçtim.
Gün ışığı yakıyordu canımı, lanetlenmiş bir ölümlü gibi ruhum rendeleniyordu
anıların pas kokulu kıvrımlarına, insanların arasına buradan sızıyorum, damla
damla. Canlı olup da canımı yakmayan şey
kalmadı şu hayatta. Çayımı ve iki lokmamı bırakıp, masadan ayrılıyorum.
Çalıştığım dergiye doğru yol alıyorum, şu sıra uyumlu olan tek şey ayaklarım,
aksamadan, provasız…
Koridorlardan geçerken soğuk yüzlere verdiğim günaydın cevaplarının samimiyeti
ile ilgilenmeden geçip oturdum masama, odam karanlık, bugün daha da karanlık.
Yolunda gitmeyen kumpanyasına havada katılmış. İşimin başına geçiyorum,
okuyorum bir şeyler karalıyorum, çiziyorum. Nefes aldığımı o an hissediyorum.
Kapım açılıyor, derginin patronu:
-Artık birlikte çalışamayacağız Galipcim.
-Bir yere mi gidiyorsunuz Zafer Bey?
-Hayır sen gidiyorsun… küçülme…… çalışamayacağız….. şirketin durumu…….
Duyamadım bir şey. Sağır oldum sanırım insanlığa. İdrak edemedim. İçimden avaz
avaz bağırıyorum sizin desibeliniz ulaşamaz benim kulaklarıma! Eşyalarımı
topladım. Ama gitmeden tuvaletlerine idrar ettim ve çıktım. Sistemin işin
olmazsa aç kalırsın kümesine doğru yol aldım. İçeri girdim. Geri çıkmanın
yollarını arıyorum. Aradığın bir şeyi yerinde bulamazsın hiç, ne de olsa muhtaç
olunan herhangi bir şey daima en uzağındadır insanın. Her akşam arkadaşlarımla
çay içtiğim cafeye en önce ben geldim. Bu durum her akşam içtiğimden bir bardak
daha fazla çay içmeye işaret. Geldiler.
Arkadaşlarıma işten kovulduğumu anlattım. Başlarda biraz ilgileniyor
gibi yaptılar ne de olsa arkadaşlarıydım, elbette teselli vereceklerdi. Sonra
bir an için unutup kahkahalarımıza devam ettik akşam boyu. Herkes gitti, bende
gittim. Anladım ki bi olayı yaşamış birisi beni daha çok anlamıyor. Canımı bir
kere daha yakmaktan başka bir işe yaramıyor. Bazen çok gülüyorum, fakat kötü
hissettiriyor bu sahne de, içi hüzün dolu kahkahalar savuran bir karakter
olmanın hüznünü yaşıyorum. Kendimi ait hissetmediğim bir kentin meydanında
buluyorum. Eğer bir aslan olsaydım hayvanat bahçesin de kendime yer bulamazdım,
insanlığın meleklere sergilendiği bu toplulukta da yerim yoktu sonuçta.
Ellerimi cebime koyup inşaat alanına girişin yasak olduğunu belirten tabelanın
yanından geçiyorum. İnsanlara neyi yapıp yapmamalarını hep tabelalar söyler.
Çünkü söylemezseniz uygulamazlar.
Günler birbirini kovalıyor, fakat ben
yerimde sayıyorum, dost tavsiyesiyle gittiğim kapıların hepsi bir bir
kapanıyor. Hatta birkaçı hiç açılmıyor. Son kapının kapandığı derginin
merdivenlerinden inerken ayağımda ki yün çorabı farkedip annemi özlediğim hissi
geliyor ardım sıra, annem de beni özlüyor, biliyorum. Elimin parmaklarını
geçmeyecek ağaç sayısına sahip olan kentin en işlek caddesinde kalabalığın
içinde ilerliyorum, her şey aynı. Krediler, altın fiyatları ve araba
vergilerinin pahalılığı. Ben çok kaybettim! Çevremde ki herkes başarı basamaklarını
tırmanırken kendimi hiç ait olmak istemediği bir yerde buluyorum. Bu his
yapmaktan iğrendiğim şeyleri yaptırıyor bana. Neden böyle? Neden ben hep başka
yerlere yönlendiriliyorum? Hayat neden bu kadar devlet dairesi? Bu kaybediş
nereye kadar olacak? Daha neler geçicek hayatımdan? Neden ben olduğum yerde
sayıyorum? İnsanlar bir deveran içinde değişik duygular yaşarken ben neden hep
kendi kendini yiyen bir dişli gibi olduğum yerde sayıyorum? Neden eriyorum?
Dünya’ya bir kez daha gönderilsem herhalde rüzgar olarak gelmek isterdim. Belli
bir coğrafya da kalmak istemez, oradan oraya süzülürdüm. Şimdi ise hüzünlerime,
acılarıma çakılı bir kazık misali yaşıyorum hayatı. Her canlı bir balyoz
darbesi vuruyor üstüme ve ben bir karış daha karışıyorum toprağa. Bu iklimde
bazen cümle bile kuramıyorum, kelimelerimle kalıyorum. Hasret duyuyorum
birilerine. Özlem duyuyorum bir şeylere. Bu kelimeler nereye kadar götürücek
beni? Noktayı ne zaman koyacağım? Hangi virgül başarımın ardından gelecek? Bu
hüzün kaç yıl daha götürücek beni? İçimde ölen çocukların sancısını çekiyorum,
hepsini bir bir doğurmak istiyorum. Çevremde ki herkesi sezaryanla aldırmak
istiyorum. Hayat amacımdan sapıyorum, herkes kadar. Duvarlarını mesleğinin 10.
Yılını bitirmiş ustaların boyadığı, sokaklarını sonbahara yakalanmış ağaç
yapraklarının süslediği bir caddenin içinde, her taraflarından kin, ihanet ve
pislik akan insanlar içinden, ruhumun en kuytu köşesini kamufle yapıp
yürüyorum. İnsanlıktan çıktığımda kendimi bir masada, otobüs durağında, sokak
kaldırımlarında veya bu cadde de buluyorum. Zaman zaman kendimi bulamıyorum.
Numara verdiğim ağaçlara bir bir selam veriyorum. 5. Ağacın altında bir çocuk,
kimsesiz. Uzun uzun bakıyorum, hareketleri yavaş, oysa çocuklar koşmadan
duramaz ki. Sonra sahip olduğum şeylere ettiğim ihanet sıkıyor boğazımı.
Kıpkırmızı oluyor yüzüm. Damalarımda dolaşan kırmızı şey gözlerimden
fışkırıyor, şehrin alt yapısı her ne kadar yetersiz olsa da pisliğine
karışıyor, çünkü hakettiğim tek yer lağım! Sinir sistemimi kontrol edemiyorum.
Ülkenin eğitim sistemi gibi hissediyorum. Yetersiz uzuvlarım. Güçsüzleşiyorum.
Kendimi eve zor atıyorum. Haykıramıyorum. Bağıramıyorum. Elimden tek bir şey
geliyor. Alıyorum kağıt kalemi ve yazmaya başlıyorum.
‘’Bu Son Olsun’’
Aralarında konuşuyordu insanlar, dönen bir dünya hakkında.
Evet dönüyordu herkesin dünyası, herkesin bir dünyası ve o dünyaların binlerce
insanı...
Dünya ile ilgilenmiyordu.
Dönen şeyler arasında zirvedeydi başı.
Midesi boştu.
Başı dönüyordu.
Bu döngüde dört mevsimi yaşıyordu vücudu.
Bütün hava koşullarını iliklerinde hissediyordu,
Bir o sabitti, çakılıydı.
Başı dönüyordu, o değil.
Baharın gelişi, çiçeklerin açması umurunda değildi.
Midesine bir gün güneş doğmadı.
Bu sabah her zaman ki sabahlardan daha açtı karnı.
Günlerdir bir şey yememişti.
Şöyle bir yutkunsa annesinin sütünün tadını anımsayacaktı.
O kadar azdı yediği şeyler, sayılır cinsten.
Ama soluduğu hava bedavaydı.
Neyse ki, her gün geçtiği parkın önündeki çeşmeden su içiyor, içip giderken
yarın yine geleceğini biliyordu
Çünkü;
havadan sudan konular en çok onu ilgilendirmişti hayatta, sadece onu.
….
Bir yandan yazıyor bir yandan ağlıyorum,
elim gitmiyor. Gözyaşlarımda ıslanan kağıt mürekkeple eşlik ediyor hüznüme,
üzüntüme. Sokağa atıyorum kendimi. O ağacın altına gidiyorum. Hareketsiz bir
beden. Karanlığın kırmızıya boyandığı gece de sahip olduğu 6-7 kuruş için
ciğeri beş para etmez insanların soluduğu havanın tam altında o narin çelimsiz
incecik bedenine saplanan bıcak yaralarını görüyorum, her adımımda bana
saplanıyor, bağıramıyorum.
Bir fabrikatörün çocuklarına bırakabileceği miras evler arabalarken, bir
dilenci koca bir şehir bırakır. Bir dilencinin ödediği vergi, bir fabrikatörün
ödediği vergiden çok daha fazladır. Hayatı. Yeryüzünün kabullenemediği küçük
bedenini kollarıma alıyorum. Miras hakkının kullanmak isteyecekti elbet, koca
bi şehir onun ne de olsa. Toprağa gizlemek en iyisi diye düşünüyorum,
kazıyorum.Çünkü insanların daha fazla zarar vermesine tahammül edemezdim. Çok
derine inmek gerekmedi, gönülde ne kadar yer kaplardı ki, burada kocaman yeri
olsun. Alışkındı dar alanlara. Kıyafetiyle aynı renk toprağa yabancı gelmedi
çocuk, tek sığınanı bu değildi. Toprak sonun başlangıcıydı.
Uyandım, dün geceyi hatırlamıyorum beynim uğuşmuş, kapıda beni bekleyen
kitaplarım, yazdıklarım ve eşyalarımı görüyorum. Sanırım gidiyorum.
Aynı yağmurun altında ıslanan binlerce insan, binlerce umut ve binlerce hüzün.
Hayatın aksine doğa herkese adil davranıyor. Bugün şehirden önce uyandım. Benim
gözlerime ne oldu miyop mu? Katarakt mı? Hayır hayır kör! Dünya'nın
güzelliklerini göemiyorum. Çocuklaın neşeli seslerinin duyulduğu ses bile acı
veriyor. Her salıncak kalbimi sallıyor yerinden. Her dönme dolap başımı
döndürüyor olduğum yerde. Her çocuk hayatımdan aşağı kayıyor, uzanıyorum,
tutamıyorum, birini bile...
Bu şehirde milyon tane anı var, birikmiş. Ben dayanamıyorum, dolduramıyorum
defterimi daha fazla. Bu şehri yazamıyor artık kalemim, sanırım gidiyorum yeni
hikayelere, yeni şehirlere. Bir karınca gibi sessiz ve küçük küçük yaşadın
hayatını. Sahip olduğun tek azığın hüzünlerin, bu hayattan kilometrelerce
uzaktasın, belki de yanı başımda bilmiyorum. Hayatıma durduğum yerden devam
etmeyeceğim artık, eğer Osmanlı döneminde yaşasaydım, bir kervansaray olurdum
yol kıyısında, ya da ücra bir köy de, bunu da bilmiyoum. Kendi ütopyamda
yaşıyorum artık hayatımı, hükümetler devirip hükümetler kuruyorum.
Belki bir gün yine görüşürüz başka dünya da, çocuk.
Sanırım gidiyorum.